Notes on The History and Sociology of Amateur / Ham Radio ın Turkey
Söyleşiler - Tanıklıklar
Bilal EKMEKÇİ - TA8Ahttps://www.va2akg.com/2025/07/bilal-ekmekci-ta8a-ile-soylesi.html
Amatör telsiz, elektronik ve haberleşme projeleri. Türkiye'de amatör telsizciliğin tarihi (hazırlanıyor) Forty QRP. EFE QRP. JRC NRD 92. Heathkit. KDK.
Sohbete Bilal Ekmekçi’nin tek tek tarayarak elektronik arşiv haline getirdiği TRAC dergileriyle başlıyoruz. Ben derginin nasıl çıkarıldığını soruyorum.
BE: Veysel Güleryüz 1979'da devrildi diyeyim, 1979'a kadar epey bir süre TRAC dergilerini çıkarttı ve kendi yayınevini kurdu. TRAC'a yurtdışından gelen bir sürü dokümanlardan, işte tercümeler, şunlar bunlarla ayrıca bir ya da iki dergi daha çıkardı. Elektronik Dünyası, işte EY Yayınevi... Elektronik Dünyası onun çıkardığı dergilerin bir tanesi. O sırada TRAC Dergisi’ni de çıkarıyordu. TRAC'ı o şekilde elinde tuttu diyeyim uzun süre. Onun dergilerine baktığında... kendi seçilme tarihi, ondan sonra dergilerin farklı bir hale gelmesi... yüzü, görüntüsü de profesyonel hale geldi dergilerin... 1979'a kadar sürdü. 79'da Salim Ünüver ve grubu işte TA1F, yani Tuncer... -Tuncer'in eski kodu TA1NAG idi- şimdiki TA1G Kadri Doda... TA1KD mıydı, Mehmet Başak... şimdiki TA1D, eski TA1MB... onlar bir kongrede bunu bir şekilde devirdiler. O devrildikten sonra ondan epey bir şeylerini almak için çabaladılar ve dergi bir ara iki-üç ayda bir çıkmaya başladı. Mecburen, hani profesyonel destek kesilince... Sonra tekrar düzeldi. Fakat 12 Eylül darbesi oldu. 12 Eylül darbesinde derneğe çok bir şey yapılmadı. Hakikaten "kapatın" dediler, kapatıldı o kadar. Ondan sonra İstanbul'da ilk açılan derneklerden bir tanesi TRAC. Tekrar açıldı. O sırada bütün evraklar şunlar bunlar Salim Ağabey'in -Özgünay Pasajı, Vezir Caddesi, Kocamustafapaşa, oradaydı TRAC- oraya taşımışlardı, daha doğrusu eşyaları oraya taşıdılar. Salim Ağabey'in yazıhanesinin karşısında bir yer kiralandı. Dergiler, belgeler, evraklar hepsi oraya konuldu. Açıldığında da tekrar orada çalışmaya başladılar. 1981'de Lüleburgaz'da askerdim. Mümkün olduğunca hafta sonları gelir giderdim Topkapı'daki o bit pazarına. Bir de şimdiki TA1G’ün -eski TA1KD- yani Kadri Doda'nın yeri vardı, oraya giderdik. Orada toplanırdık, yakında birinci katta küçük bir kahvehane vardı, oraya çıkar, sohbet edilirdi falan. Yani uzun süre o şekilde gittim. Sonra ikinci parti dergi çıkartıldı. İkinci parti derginin şekli farklıdır zaten, daha geniş. O dergileri de Mehmet Akkaya çıkarmaya başladı.
Ben: Kapağında telsiz reklamları olan dergiler mi? Yaesu vb. telsiz resimleri olan...
Evet. Kardeşi Halil İbrahim Akkaya var, amatör hala... Üç dört yıl kadar, 84'e kadar orada tekrar dergi çıkartıldı. O sırada ne yapıyorduk? Profesyonel yayınevi bıraktığı için illerdeki TRAC üyeleri bunları alıyordu. Konsinye dağıtıyordu bayilere, Antep'te de ben yapıyordum. Sonra tekrar bir ay sonra yeni dergileri götürüp satılmışların parasını alıyorduk. Satılmamışları saklıyorlardı, geri alıyorduk. O işleri yapıyorduk. Ve derginin basımı da... işte dizgi olayı kalktı. Klişe kalktı o sıralar. Mehmet Ağabey Bir IBM dizgiciye götürür, dizdirirdi. Yani bilgisayarda yazdırır, Aydinger kağıdına bastırırdı. Sonra orada klişe çıkar oradan ofsetçiye gönderilirdi. Onun için, Aydinger'e basıldığından ve normal yöntem kullanılmadığından hafif baskı kalitesi düşüktü. Yani mesela anlayamazsın da normal ofset baskı gibi değildir. Bu arada çok para istiyorlardı. O öyle bir yöntem buldu, gider ona dizdirirdi bastırırdı, onu kullanırlardı... Ondan sonra ne oldu işte? Dergi gidemedi. Gidememe sebebi, yazı falan gelme sıkıntısı çok fazlaydı. Yazı gelmezdi. Sonra dergi işte öylece kaldı.
Sonra TRAC devam etti. 90'lı yılların başında işte Körfez krizi, Erzincan depremi falan... Eee o sırada da işte biraz amatörlük resmiyette yavaş yavaş yayılıyordu. Bir şeyler oldu ama 80’de işte ilk telsiz kanunu çıktı. Telsiz kanalı çıktıktan bir yıl sonra lisanslar alınmaya başlandı. Çünkü kanuna göre altı ay içinde yönetmelik yazılacaktı. Onu altı ay içinde yayınladılar. Sonraki altı ay içinde de sınav yapılacaktı. Hepsini sınırda yaptıkları için. Yani bir yıl sonra kanundan ilk sınav yapıldı. İlk sınav da İstanbul'da. Ona ben gidemedim. Hani, eski amatörler topladılar bu işi. Eski dönemde yapanlar yani onların sınavı şeklinde gibi bir şey oldu. Çünkü o zaman Telsiz Genel Müdürlüğü de olayları bilmiyordu. Bir de o zamana kadar hiç bir sivil toplum kuruluşu devletin işlerine bu kadar karışmamış. Yani karışacağını gerektirecek bir durum yoktu. Bunu da kabul edemiyorlardı. Yani Telsiz Genel Müdürlüğü TRAC'ı biliyordu ama kabullenemiyordu. Muhatap almamaya çalışıyordu falan ama yine de olayın farkına vardılar. En enteresan durum: Timur Abi vardı Ankara'da. Timur Kılıççöte. Bu TGM bir yerden duyuyor ki IARU'da toplanti var. IARU da telsizle ilgili yurtdışında bir kurum, diyorlar "buna biz de gideriz". Hazırlık yapıyorlar. Timur Abi "ya gidiyorsunuz sizi TRAC'a üye yapalım, kimlik verelim de öyle gidin." diyor. Bunlar diyorlar ki "TRAC ne oluyor ki? Biz TGM'yiz. Hani FCC’nin karsılığı... İşte Turkish Communications Commission...." Bakıyorlar ki anlatamıyorlar, karışmıyorlar, bunlar gidiyorlar toplantı yerine Türkiye yazan yere oturuyorlar. Birazdan bir görevli geliyor, "Hoş geldiniz diyor. TRAC'dan mı diyor?" "Hayır". "Nereden?" "İşte TGM..." "Hah tamam buyurun sizi dinleyici locasına alalım" diyorlar. Çünkü IARU amatör bir topluluk, (ama) resmi kurum gidiyor. Halbuki orada kimlikleri almış olsalar TRAC'danız diyebilirlerdi... Böyle yavaş yavaş öğrendiler. Mesela oradan dönüşte bunu anlattılar bize. Biz de dedik ki "yani gördünüz artık bari bundan sonra çalışalım" falan. Yani enteresan şeyler oldu.
Devletin telsizi öğrenmesi, işte bunun artık casusluk olmadığını görmesi falan epey uzun sürdü. Kanun çıktı fakat devletin onu öğrenmesi bana sorarsanız bir 10 sene falan sürdü. Bu arada enteresan bir olay, o not bende duruyor: O kanun çıktı. Çıkana kadar biz çalışıyoruz kaçak olarak kodum da TA8BE. Herkes isim soyadının baş harfini kullanırdı. Eee ne oldu? Kanun çıktı. Bana bir mektup geldi. O zaman telefon melefon yok, mektup var zaten. Mektup Salim Ağabey’den geliyor. Yazmış. "Bilal, işte dün bizi MİT'ten ziyaret ettiler." "Artık kanununuz çıktı, isterseniz kanuna uygun hale geldikten sonra amatörlüğünüze devam edin, daha iyi olur" gibi bir telkinde bulunmuşlar. Yani tamam daha önce kanun yoktu, siz kötü bir şey yapmıyorsunuz, biz sizi biliyorduk ama artık kanunu çıktı. En azından kanuna uygun hale gelin diye bir önerileri olmuştu. Onun üzerine iki yıl kadar Türkiye'de hiçbir TA istasyonu mandala basmadı.
Ben: Evet ama yasal olmus artık.
BE: Yasal ama, biz yasal değiliz. Sınavı olmamış, yönetmelik çıkmamış... Onlar çıkana kadar işte yaklaşık iki yıl kadar, bir buçuk yıl falan sürdü. Bekledik işte kanun çıktı, yönetmelik tamam oldu. Sınavlar ayarlandı, sınavlara gidildi. Sınavlardan sonra cihazların ne olacağı meçhul. Herkesin cihazı var. Ne olacak? Sonra onun için bir af gibi bir şey çıkardılar. Yani örtülü af. Aslında af çıkarmak millet meclisinin yetkisinde imiş. Böyle üstü örtülü yönetmelik değişikliğinin içine birkaç madde koydular. Falan bir af gibi bir şey çıkarttılar. Yani daha enteresan, böyle bir buçuk yıl falan Türkiye'de hiçbir amatör aktivite olmadı ve bunu da amatörler isteyerek yaptılar. Herkes kanuna uydu.
Ben: Peki ağabey nasıl başladın sen buna nereden çıktı?
BE: Ağabey 1971 senesi. 11 yaşındayım. Babam böyle teknolojik şeylere de meraklı. Ankara'ya gidip geldiğinde o da hurdalığa uğrar ama teknik yönden bakar. Bir geldiğinde bana bir şey getirdi. "Bu" dedi, "radyo".. "hem de pilsiz radyo". O zaman orta dalgada Antep Radyosu var. Nasıl? Hemen bir anten çektik, bir de toprak hattı tabii musluktan, bir baktık Antep Radyosu’nu çalıyor. Bir kulaklık, arkasında bir tane işte Germanyum diyot. Şimdi ben "bu nasıl oluyor"dan başladım ve o kulaklık hala duruyor bende. Hakikaten... atmam pek fazla. Oradan başladım. Bu nasıl oluyormuş, diyot nedir, şu nedir, bu nedir, işte 1971... 1978-1979’da askere gitmeden önce mesleğim gibi ufak ufak olmaya başladı. Amatör olarak uğraşıyordum elektronik ile ama fabrikalar elektronik yeni geliyor, gelir beni alırlar götürürler, fabrikada arıza var, kartlarına bakarım, tamir ederim falan. Bana yemek ikram ederler, teşekkür ederler falan. Ben gelirim çünkü keyif alırım. Amatör olarak gidip yapıyorsun çünkü esas işim başka. Baba mesleği oto camı, vinç. Kurtarıcı kurtarma aracı, vinçli kamyon. Benim para kazandığım ilk mesleğim oto vinççilik. Yani resmi kayıtta otocam baba mesleği de, üzerime kayıtlı bir vinçle ben para kazanıyorum. Onunla para kazanmaya başladım. Öyle başladım. Sonra askere gittim. 1980'de. 1981'in sonuna doğru geldiğimde millet dedi ki ya sen bir iş yeri açsan da biz seni kolay çağırsak. Hani fabrikalardan falan... ben öylece elektronik üzerine...
BE: Elektronik üzerine diploman var mı?
Yok. Hiç bir diplomam yok.
Ben: Allah Allah, ama çok iyi biliyorsun?
BE: Ama işte şey oluyor, okuyorsun, okuyorsun... Mesela ben de askerden geldim. Herkes bana dedi ki sen gel bir iş yeri aç, biz seni kolay çağıralım. Ben de elektronik iş yeri açtım. Bana telefon ederler, "arıza var"; ya da arızalı kartlarını gönderirler. Tamir diye başladım. O arada şunu gördüm işte 1981, 82, 83.... Resmi olarak iş yerimi 82'de açtım. 83'e falan geldiğimde İngilizce sıkıntısı başladı. Türkçe doküman hiç yok zaten, şimdi bile yok. Yani doküman var diyorlar da aslında yok. Bir anten kitabı var mı? Yani bir Türkçe anten kitabı, Türkçe bilmem ne kitap falan yok yani. Bunun üzerine, iki yıl, her gün iki saat akşamları Antep'te Ortadoğu Teknik Üniversitesinin kampüsü vardı, şimdi üniversite olan yer. Oraya ben iki yıl gittim ve İngilizceyi orada öğrendim. Ve ben hala lise mezunuyum. Çünkü 1977'de okulu bitirdim. Liseye, üniversite sınavına müracaat ettim, gittim sınava girmedim. Hani o olaylar var falan. Herkes akşam radyo dinlerdi. Acaba benim çocuğumun adı da söylenecek mi diye. Ben onun üzerine sınava da girmedim. Döndüm. Babam dedi ki Ne oldu? Dedim ben gitmeyeceğim. Camcılığa, vinççiliğe başladık. Ondan sonra işte İngilizce'yi kotarınca işler daha da iyileşti. Çünkü bütün fabrikaların dokümanları, şunlar bunlar şemalar, açıklamalar hepsi İngilizce zaten. E gidiyorum arıza yok, bir sistem hatası var. Yani şu var, bu var. Onları çözmeye başladım. 1983-1984'te paketleme makinası imal etmeye başladım bir tornacı ile.
Ben: Paketleme makinası mı?
BE: Evet ben tamiratına falan gidiyordum. Eee işte İtalyan'ın şurası güzel, Fransız'ın burası güzel. Bunların o güzel bölümlerini mekanik olarak alıyorduk.
Ben: Ne paketliyordu ağabey?
BE: Kuruyemiş. Poşet kuruyemişler yok mu? Hala piyasada var. Onları paketliyordu. Isıyla kapatıyordu. Ama yaptığım makine şeydi, birinin tam kopyası değildi. Hepsinin güzel çalışan ortak bölümleri mesela falanca çenede sorun çıkarmıyor. Yapıştırma kısmına çene diyoruz. Öbürünün işte gerdirme aparatı iyi, öbürünün işte durdurma mekanizması iyi falan. Onların benzerlerini yaptık işte. Bir yıl kadar makina ürettik, sonra tornacı ile anlaşamadık. Böyle bir şeyler oldu. Bizim buralarda ortaklık zor işler. Sonra ne oldu işte 1984, 85... 1988'de bilgisayar işi başladı. Benim 1989'da e-mail adresim vardı.
Ben: Haydi?
BE: Ve İnternet’im vardı!
Ben: Nasıl oldu ağabey?
BE: Nasıl oldu? Gidişat o tarafa gidiyor. İnternet’e nasıl ulaşırım? Amerika'da olsan kolay İnternet’e ulaşıyorsun. Compuserve firması vardı, hala var. Compuserve Amerika'da servis sağlayıcılığı yapardı. Ama Turpak data hatları üzerinden, yani Türkiye paketleme şebekesi filan gibi. Hala var PTT'de...
Ben: Teleks falan mi?
BE: Hayır, hayır, data şebekesi, ilk data şebekesi. Hız en fazla 1200 Baud falandı. PTT Turpak aboneliği veriyordu. Ben araştırdım. Paket başına para ödüyorsun, paketler... 128 byte'a bir paket diyorlardı falan. Hesapladım çok çok ucuza geliyor. Ben PTT'den Turpak hattı aldım.
Ben: Başvuruyu yapmaya gidince neden bahsettiğini anladılar mı ilk anda peki?
BE: Biliyorlar çünkü araştırdım. Burada altıncı kişi benim. Milli Piyango, Jandarma, işte İş Bankası falan gibi. Emniyet Müdürlüğü, böyle dört beş kurum, ilk şahıs benim. Onlar X25 aboneliği alıyorlar Turpak şebekesinden, X25. Ama ben Turpak üzerine IPI denen bir abonelik istiyorum kendilerinden. Bu listelerinde var. Bana verdiler, paramı aldılar ama hattı çalıştıramıyorlar.
Ben: Niye bilmiyorlar mi?
BE: Onun konfigürasyonu farklı işte. Ben yanlarına giderim, oradan Ankara'ya ararlar, Ankara'daki teknisyen bana anlatır kendi sistemlerini ayarlarım, bilgisayarımı modemi oraya götürürüm. Çalıştırdıktan sonra buraya gelirim. Epey çalışır, sonra bir değişiklik yaparlar, yine bozulur, yine giderim falan. O Turpak şebekesi üzerinden şeyin numarasını hiç unutmuyorum. Oradan da bağlanırsın modem connect olur, numara çevirirsin. Onun başta konsol komutları var. Compuserve'ün numarası 0-31-32. O ara sağlayıcı olduğu için kısa numarası vardı. Ben 0-31-32'yi çeviririm, Compuserve düşer onun login'i gelir. Telnet login olurum ben. İnternet'e girerim ama o zaman İnternet’e girme şey değil..Web sayfası yok. Yani WWW yok. En güzel servisler, Gopher servisleriydi. Şimdi daha önce Telnet girersin adamın işte klasörünü eklersin filan. Şimdi şu anda sen Pardus kullanıyorsun ya onun konsolu ya da UNIX konsolu gibi girersin. Gopher servisi şöyleydi sen Telnet ile bağlanıyorsunuz. Gopher servisiyle bağlandığın zaman menüler geliyordu otomatikman sen de komut giriyorsun. Eski Cobol programları hatırlarsak 1, 2 3 4 5 6 10 geziniyorsun. Ee orada 1 2 3 4 mesela bir giriş iki çıkış üç ne bileyim amatörlük 4 şu orada dörde basarsın o belli gelir girişin X ya da Control+C'dir falan. Gopher servislerle gezerdik ve enteresan bir sürü amatörlerin Gopher servisleri vardı orada. O gruplara falan üyeydim sürekli oradan sana şey gelir mesaj gelmez yani hazır olur girdiğinde görürsün. E-mailim 10030.461@compuserve.com'du.
Ben: Tarihin ilk e-mailllerinden yani...
BE: 1989, dikkatini çekerim! Daha hiçbir yerde yok. Oradan işte bağlanırdım, çeşitli dokümanlardı, şemaydı, şuydu, buydu. Bu defa ne oldu? İngilizce tamam, İnternet’teyim, çok sorunu daha önce çözebiliyor oldum. Bu arada İnternet’e gelişimini de beraber yaşadım. Hala 8 Mbit bağlıyız ben şeye hayret ediyorum "ya çok yavaş" diyorlar. Az önce sen bilgisayarını açarken de çok yavaş dedin. Bana göre yavaş değil. O kadar hızlı ki. Şunu söyleyeyim 1989, bilgisayarcılık falan da yapmaya başladım. Network kurarız RG58 kabloyla 10 Megabit oradaki hız. En büyük harddisk 20 MB... Şimdi bir resim dosyası 20 MB, TIFF bir resim dosyası 20 MB civarında... O 20 MB kopyalama aktarımı için dakikalarca uğraşıyorduk. Şimdi dünyanın öbür tarafındaki 20 MB bir dosyayı tek tıkla indiriyorsunuz. Bu böyle bana çok hızlı geliyor. Yani bu kadar hız da fazla.
Ben: Ya öyle tabi. Ama işte hacim artıyor...
BE: Şimdi sana verdiği hizmet karşılığı bu hız artmıyor. Daha doğrusu bu da ayrı bir konu. Bilgisayarlar ve bu teknoloji verimli kullanılmıyor aslında. Verimli kullanılmayınca. sizin hızınız benim bin 1200 Baud'umdan daha aşağıya düşüyor. 1200 Baud ile neler neler yapardık. Gopher servisine girersin işte bilmem ne, sema. Burada şema var. Şemayı tıklayacaksın şemayı tıkladığında göremezsin. Önce şema yüklenir senin makina, daha sonra onun formatı neyse onu açabilen bir programının olması lazım ki o programla onu açıp bakarsın. Öyle tek sayfada PDF bir köşede, JPEG, BMP falan yoktu yani.
Ben: ASCII Karakterlerle oluyordu ya eskiden semalar, öyle miydi?
BE: İlk başta öyleydi şemalar, ben de o şekilde gördüm. Şemalar var, çizgiler, büyüktür, küçüktürler vb. O işaretlerle şahane bir şema çizerlerdi. Ama resim dosyaları bile bir şeydi. Böyle ekranda göremezsin yani indirirsin. Sonra dosyayı bir programla açarsın. GIFformatı yoktu daha önce, JPEG formatı yoktu. Başka bir şeyler vardı. GIF, Compuserve firmasının çıkardığı bir format aslında ve biraz daha İnternet uyumlu, daha kolay görüntülenebilir bir şeydi boyutu, biraz kısılabiliyordu onu çıkarttılar. GIF de animasyon da yapabiliyorsun biliyorsun.
Ben: Bir şey soracağım şimdi. Örneğin yaptığın oto cam veya vinç işi telsizle ve elektronikle uğraşmaya yetecek kadar ekonomik şey sağlıyor muydu sana? Çünkü bunlar çok pahalı ve bulunmaz şeylerdi.
BE: Bir dakika, bir dakika... O zaman bunları bulabiliyor olsaydın evet, çok paraya ihtiyacın olurdu. Ama bizim bulabildiğimiz zaten AC128 transistör... silisyum transistörler yoktu bile! Hepsi Germanyum’du. Fotodiyot mu lazım, fototransistör mü lazım? OC71 bulacaksın. Cam transistör, üzeri siyah boyalıdır, yanında kırmızı nokta vardır. Kırmızı nokta kolektör gösterir onu bulacaksın kazacaksın siyah boyayı sana fototransistör olacak. Ya da bulamadın metal o zaman işte AC107 falan filan yeni çıkmış metal kılıflı, ondan alırsın tepesini kesip kapak açman lazım. Kapağını açtığın zaman içerideki işte silisyum maddenin üzerine ışık düşebilir, o fototransistör olur sen onu kullanırsın. Fakat oksijenle temas ettiği için ancak test amaçlı... üç-beş gün, bir hafta, on gün kullanırsın sonra bozulur zaten.
Ben: Allah Allah nasıl yapıyordunuz bu işleri?
BE: İşte böyle yapıyorduk. Baskı devre yoktu. Karton alırsın, mukavva alırsın, mukavvayı kalın iğneyle delersin, bacak yeri açarsın transistörü geçirirsin altından birbirlerine lehimlersin.
Ben: Peki baban bir şey demiyor muydu? Karşı mıydı?
BE: Babam bu tür şeylere destek veriyordu çünkü o da Türkiye'de otocam eğme işini ilk yapan kişi. Eğme otocamı ilk yapan kişi. Isıtıyoruz... ısıtıp büküyoruz öyleydi falan. Şimdi biraz o da yeniliklere meraklıydı. O desteklerde hiçbir sıkıntım yoktu. Fakat annem şey derdi rahmetli "yine mi demirle, kömürle uğraşıyorsun?" Baktığın zaman siyah siyah bir şeyler onlar kömür, öbürleri de demir zaten. Hani demirle, kömürle uğraşıyorsun ona göre. O baktığın zaman elektronik malzemeyi öyle görüyordu.
Ben: Çevren ne düşünüyordu, arkadaşların? "Deli misin, ne yapıyorsun?" diyen var mıydı?
BE: Arkadaşlar... zaten bizim çevreden arkadaşlar vardı, elektroniğe meraklı falan. Diğerleri şöyle: Babamın iki oğlu vardı. Benim küçük kardeşim var, o da rahmetli oldu da... Derler ya işte “falanca geldi”. “Kim?” derler, “Hasan Usta’nın oğlu”. “Hangisi?” Karşıdaki öbürüne şu deli işaretini yapar tamam mı? O büyük olan, deli olan yani öyle derler. Düşün yetmişli yıllarda lastik motorlu maket uçak yaparsın. Tamam, onu uçurursun... "Ya deli uçak uçuruyor". Yani uçak yapmak falan çok büyük bir şey o zaman.
Ben: Neden toplum böyle davranıyor sence?
BE: Farklı bir şey yapınca, toplum onu bilmeyince hemen seni kenara koyuyor otomatikman.
Ben: Sence neye bağlı bu? Eğitimsizlikle mi ilgili yoksa yoksa bizim kültürel yapımızda böyle bir şey mi var? Yani merak duygusu, bir şey üretmek vb.. yok.
BE: Onun temelinde toplumun hobi özürlü olması yatıyor. Biz hobi özürlüyüm. Senin bir hobin olsa benim hobimi anlarsın deli demezsin. Ya da bırak bu işleri kaç kuruş kazanıyorsun demezsin. Biz hobi özürlü olduğumuz için diğer hobileri de anlamıyoruz.
Ben: Niye böyle? Niye insanlar bir şey yapmıyor yani?
BE: Hatta daha da geriye gidersek... Göçebe hayatlar. Benim çocukluğumda sabit evde oturmamıza rağmen sabah yapılan işler sanki eşyaları yüklenecek ve gidecekmişiz gibidir. Akşam olur, bu zamanki gibi yataklar yok. Yatak açılır. Tamam yatarsın o yatak orada kalmaz. Toplanır yük diye konulur. Herkes gidecek şekilde hazırdır aslında. Öyle değil mi?
Ben: Japonlarda da vardır yer yatağı ama hiç göçebe gibi düşünmedim ben bunu.
BE: Gidilecek gibi hazır geliyor bana her şey. Mesela kısa yaklaşırsın işte epey bir şeyler stok etmeleri lazım. Niye? Kış gelince onu temin edemez. Temin ediyorsun halbuki artık... Yok. O eski alışkanlık mevsim geçince bulamam, şu olmaz, bu olmaz alışkanlığı. Hepsi birbirine bağlı. Kafamız hala göçebe. Tamam, biri bir şeyler yapıyor, o sisteme uymuyor. Osmanlı'dan Cumhuriyete döndüğümüzde bu açık aslında fark ediliyor. Bu açığın kapanması için eğitimde çok büyük çalışmalar yapılıyor. O yapılan çalışmalarda ortaya konan tek şey var. Birine bir şey öğretecek misin? Evet. İşine yarayacak mı? Evet. O zaman öğret ama kullanacağı şekilde öğret. Yani ezber değil. Bir şeyleri öğrenip unutma değil, işine neler yarayacak onları öğret. Bu mantıkla Cumhuriyetin ilk eğitim kurumları ortaya konuluyor ve o eğitim kurumlarının içinde insanın yüreğine bir de ruh koyuyor. Yani seni yetiştiriyor, sana kullanacağın şekilde öğretiyor, kullanacağın bilgileri veriyor ve bir de sana ruh veriyor. Bir şeyin parçası olduğu zaman insan verimli çalışır. Seni o vatanın bir parçası haline getiriyordu. Sen ne yapıyordun? Vatanını da düşünüyordun çalışarak. Hala var mı bilmiyorum. Yerli malı haftaları olurdu okulda. Bu nedir, yani yerli malı kullanma bilincini yaygınlaştırmak. Diğer bir sürü haftalar olurdu, küme çalışmalar olurdu. Bunların tamamı işte bu ruhu sağlamlaştırma şeklinde gelişiyordu. Vatandaşlık dersleri vardı benim zamanımda. Daha önce daha güzel dersler varmış. Ben ortaokuldaki ticaret dersinden öğrendiğim bilgilerle babamın birinci sınıf yani kebir ve yevmiyeli mali defterlerini tuttum senelerce. Benim sonraki muhasebe bilgimin temelinde ortaokuldaki ticaret kitabım vardır. Orada öğretilenler vardır. Şimdiki öğretimde çok şey öğretiyorlar ama sonuca yönelik değil. Kimse o öğrendiğini ne için kullanacağını bilmiyor. Ve Allah rızası için bir hoca kalkıp da bakın tanjant aslında şu iş için kullanılır demiyor. Şimdi tanjant, karşı kenarın karşı kenara oranı. Bana ne? Bana dese ki çocuklar karşıda bir ağaç var, ağacın boyunu ölçeceksin. Elinde metre var, haydi ölç. Ağaca çıkamıyorsun... ama o metreyle ağaca olan mesafeleri ölçüyorsun. Bir iletkiyle de açıları ölçüyorsun onun ardından da karşı kenarı buluyorsun. Ağacın yüksekliği çıkıyor. Simdi ben o tanjantı unutur muyum?
Ben: Ben bunun sıkıntısını çok yaşadım. “Bu ne?” diyorum. Öğretmen “sınavda çıkarsa çözersin” diyor.
BE: Çünkü hocan da bilmiyor doğrusu ve merak da etmiyor. Merak etmemek kötü.
Ben: O kadar zorlandım integralde. Bana kimse demedi ki mesela bak şu stadyumu görüyor musun? Çatısı böyle işte şu şekilde alanı hesaplanabilir işte bunu anca böyle onu birisi bana anlatsa...
BE: Türev diye işte o kavramın altındaki alan kesit olarak o alanı veriyorum. Kimse bunu bana söylemedi, ben bunu kazara keşfettim, bunları söyleyeyim. O fonksiyonun toplamının olduğu o işte bir fonksiyonun türevi. Onun işte X ekseni ile arasında kalan alanın kendisi olduğunu, ondan sonra eğim hikayeleri falan filan. Bunların pratikte kullanılacağını hiç kimse söylemedi. Ben bunları o paketleme makinası üretirken, bilmem ne yaparken kendim tekrar keşfetmek zorunda kaldım. Paketleme makinalarında düz kağıdı boru yapan bir aparat vardır. O nedir biliyor musun? Bir elipsin havada daire izdüşümü oluşacak şekilde bükülmesidir. Bunu ben seneler sonra keşfettim. Benim geometri lisede ilkiydi. Oturdum ben geometri çalıştım ve bunları çıkardım. Bana o sırada birisi bunu söyleseydi ne olurdu yani? Ki bize çok şey söylüyorlardı. Şimdiki çocuklara hiçbir şey söylemiyorlar.
Yani o ne için kullanılacak? Biz hep yabancılara öykünüyoruz. Onları taklit etmeye çalışıyoruz. Allah rızası için biri onların ders kitaplarını açsın. Fizik kitabı var. Amerikan, kaldıraç ve dişlileri anlatan bölümün ilk sayfasında bisiklet var. Bisikletin pedalının hesabından başlamış oradaki zincirler. Kaç tur dönüyor? Tekerleğin çapından devam etmiş, olayı bitirmiş.
Ben: Meraksız bir toplum yapısı var ve bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Bu burada duruyor. En basit şey bu nedir onu hiç sormuyor. Duruyor orada. Peki o zaman ben acaba daha fonksiyonel bir şey yapabilir miyim? Bu istek de yok. Öyle duracak.
BE: Yani sana onu yaptırmıyor ki. Sen sistemin normal gördüğünden farklı bir şey yaptığında sen farklı birisin. Eskiden böyle değildi. Hep farklı olmak zorundaydı. Yani Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitimlerde o şeyler de hep farklı olmak zorundaydı. Farklı olarak öğreniyordu. Duyuyoruz işte. Yurt dışına iki sene, üç sene eğitime göndermişler o paranın yokluğunda falan. Eee onlar şu anda ordinaryüs profesörler falan. Emekli olmayanlar arasında hala yaşayanları var. O adamların farkına bak mesela. O eski zamanın eğitimini almış adamların farkına bak. İşte o fark bu ruhtan kaynaklanıyordu. Şimdi yeni sistem öyle bir ruh koymuyor. Amatörlük de öyle. Diyorlar ki amatör işte elektroniği bilmeli, anteni bilmeli. Yok, amatör bunların hepsinin olduğunu bilir. Ama birine merak salar, yani biri elektronik şey yapar, öbür elektroniğe karışmaz, anten yapar, öbürü şuna karışmaz yalnızca mandala basar, konuşur ama propagasyon takip eder falan filan. Bunu ne kadar çoğu varsa iyi.
Ben: Şimdi rölelerde böyle boş boş konuşanlar var, Onlara da amatör diyebiliyor musun? Mesela bana şunu hatırlatıyor, rahmetli Fazıl ağabey çok kızardı, “elektronik bilmiyorsun, daha Ohm kanununu bilmiyorsun, eline havya alıp iki lehim yapamıyorsun, sen amatör değilsin“ derdi bana.
BE: Amatör olmak için önce onları bilmek şart değil. Başladım, mandala basma sebebiyle başladım ben de biliyorum ama girdikten sonra kendini geliştirmek zorundasın. O zaman Ohm kanununu merak edip öğreneceksin. Evine bir ölçü aleti alacaksın, en az bir tane antenini kendin yapacaksın. Çuvalla paran olabilir. Hiçbir sorun değil. Ya da o anteni çıkarıp çatıya sen takacaksın. Konnektörünü lehimleyeceksin. Ve bu propagasyon neymiş onu öğrenmeye çalışacaksın işte transistör neymiş öğreneceksin falan. Ama bunlar olunca başlanır diye bir şey yok. Başlarsın amatörlüğe bir ucundan diğerleri gelir. Fakat kendini başka bir konuda geliştirebilirsin. Yani ben dersin ki ben kısa dalgacıyım, ben mikrodalgacıyım... Ne bileyim... yalnızca dinleyeceğim. Öyle amatörler de var yurtdışında. Adamın ileri sınıf lisansı var fakat cihazına mikrofon takmaz. O da öyle. Yalnızca dinler, takip eder, SWL kartı gönderir falan. O da öyle bir şey. Ama amatörlük durmak değil, devam edeceksin. Bir şey öğreneceksin, yapacaksın, bozacaksın, birinden soracaksın. Gelişmek zorundasın.
Ben: Peki sence Türkiye'deki amatörlük bu anlamda ne durumda?
BE: Valla amatörlük ne durumda? Buna başka bir şey söyleyeyim. Diyorlar ki “amatörlük kötüye gidiyor, sadece mandala basanlar çoğaldı, hiç kendini yetiştiren yok“ falan. Tamam amatörlüğün şöyle bir güzelliği var. Hobilerin şöyle bir güzelliği var. Hep verirsin gibi görünüyorsun. O bir yerde. Evet hep verirsin. Dışarıdan bakan hep seni verir, görür ama aldığın şeyler vardır. O verdiğin karşılığında aldığın şeylerden keyif alabiliyorsan, haz duyuyorsan sen o işi yapmaya devam edersin, o hobiyi yapmaya devam edersin. Ondan haz duymuyorsanız kazara başlamışsınızdır. Bir müddet sonra haydi pedalı çevirirsin hızlanır bırakırsın. Nereye kadar giderse. Hobilerin bu güzelliği var. Hobi kendi içerisinde kendine uygun olmayanları barındırmaz.
Ben: Peki geçmişte nasıl sadece daha kısıtlı ve sınırlı bir grup varken daha mı iyiydi?
BE: Ben hayret ediyorum yani. Belki o grubun sınırlılığı falan değildi de bu işin zorluğunu baştan kabul etmiş bir gruptu diyeyim. Yani o bir herkesin gelmemesi yönünde bir filtre mi yarattı acaba? Onun için de evet gerçekten bu işe gönül verenler o işin riskini de aldılar. Şimdi risk yok. Giriyorsun bir sınav, parayla bir sürü şey yapıyorsun, ele veriyorsun, sonra da parayı verip cihaz alıyorsun. Evet, bundan ne kadar keyif alıyoruz? Kaç yüz bin milyon baloncuk, kaç yüz, bin milyon CB'ci vardi? Kac tane kaldı? Yani aynı döngüyü bütün hobilerde düşünebiliriz. Yat, tekne, iyi bir şey mi? Hemen bir tekne alayım. Çuvalla parası var alıyor.
Ben: Ama karaya çekeceksin, altını kazıyacaksın dersen...
BE: Angarya geliyor. Neden hep vermek görüyor? Evet, o da hep veriyor. Ama aldığı şey o hobiden tatmin işte. Yeni arkadaşlıklar falan. O aldığı şeyler sana bir şey ifade etmiyorsa zarar da ediyorsun ve bu işi bırakıyorsun.
Ben: Peki senin hikayene geri dönelim. Tahmin ediyorum bir süre daha alıcı yapmaya devam ettin ve giderek daha gelişmiş, kuvveti alıcılar yaptın.
BE: O zaman ben olayı tam bilmiyorum ya, bir anten çektim ve “anteni daha uzun çekersem daha mi iyi olur“ vb. akşam olunca Araplar gelmeye başlardı, bizim buradaki yayını bastırdı, o nasıl ayıklanır, filan bunlar işin içine girdi. Bir de bunu mesela pazar günleri pikniğe gidiyoruz ya orada ben orada nasıl çalıştırırım? Oturduğum bir tahta, tahtaya tel teli sardım, sardım, sardım, sardım onu arabada gizlice koyduk, bir yerde açtım falan. Yerden toprak nasıl alacaksın? Toprağın nasıl olduğunu bilmiyorum mesela. O denemeleri yaptım filan böyle. Eee sonra o sıralar 76-77'de TRAC dergileriyle tanıştım. Kazara onları gördüm buradaki şeylerden. Ondan sonra almaya başladım. Eskilerini topladım ama türlü elektroniğin tamamını TRAC mecmualarından öğrendim.
Ben: Burada bir şube falan yok, TRAC şubesi vb. yok yani. Peki o insanlarla nasıl temas kurdun?
BE: Antep'te yoktu ki onlar... İstanbul'dan onları buldum. Onlara mektup yazdım. Bana verdikleri cevap hala duruyor. Metin Kutlu bu cevapları verdi falan işte. Biz de oturduk yönetimle konuşuyorduk. Yani bu böyle olur mu falan. Yani böyle olur mu dediği o kadar uzaktan bir kişinin... Çünkü onlar ne zaman da... ha, üye oldum fakat 79'da mektup yazdım, dergileri takip ediyorum. Baktım yönetim değişikliği oldu. Ben o konuda bir kendilerine mektup yazdım. Onun cevabı geldi. Yani bir ucundan başlarsan ve sen dedin ya niye kimsede merak yok, Merak etmeye başlarsan onun sonu oluyor.
Ben: Sonra İstanbul’da da gittin. Seni nasıl karşıladılar?
BE: Durumlar iyiydi. Hatta daha önce derneğe de gidip geliyordum. 79’da mektuptan sonra onlarla tanıştım. Bir baktım bir şeyler dönüyor.
Ben: Nasıl yani?
BE: Nasıl bir şeydir diye. Ben o zamana kadar radyo amatörlüğünün farkında değilim. Yani yurt dışı ile görüşüyorlar, ediyorlar falan filan. Dergilerde, köşelerde bir şey yazılar çıkıyordu. Oraya gittim, baktım istasyonlar var bilmem ne. Ben dedim bana da istasyon kurmam lazım dedim. Nasıl ederiz? İşte bu el yapımı cihazı o zaman aldım. Kadri Doda'dan..
Ben: O nereden bulmuş? O zaman böyle birşeyi Türkiye'ye sokmak çok zordu benim bildiğim yani.
BE: Parça parça getirmişler. Dört... üç-dört tane geldi diye biliyorum. O İsveçli amatör yapmış. yani Türk ama İsveç'te yaşıyor. Adını da ben bilmiyorum. Yani unuttum Mustafa diyesim geliyor. (* Ferdi Kınacav olacak) Eee bu iki taneydi. Kendime birini aldım buraya getirdim, anten çektim. Zaten 14 MHz'in altında konuşamıyorduk. Antenler uzun ya, görünür hale geliyordu. 14 MHz, 21, 28'in antenlerini yapıyorduk, fevkalade. Bu antenleri de eskiden TV antenleri vardı ya, onların gerdirmelerini çaktırmadan "inverted V" anten olarak yapardık. Ben çok kallavi bir TV anteni yapmıştım dikmiştim ama her çift kolu bir bant. Öyle çalışıyorduk.
Ben: Ve kimse de anlamıyordu. Bir otorite yok muydu? Dinleyen, saptayan...
BE: Sonradan anladık dinlediğimizi. 12 Eylül'den sonra, kanundan sonra MİT'ten geldiklerinde.
Ben: Acaba blöf mü yapıyorlardı? Siz saptanmış mıydınız yani? Yerinizi falan biliyorlar mıydı?
BE: Kesin biliyorlardır.
Ben: Neden birşey yapmamışlar?
BE: Zararımız yok. Bir de hani belki onlar bu işin yapılması gerektiğine inanıyordu. Ben askerde sürekli çalışıyordum ya, seyyar radar vardı bir de Lüleburgaz'da orada ? Collins KWM'ler vardı. duruyordu orada. Yedi gün, sekiz günde bir defa şey olurdu, oranın nöbetçisi olmazdı. Subayı o da benim arkadaştı, anahtarını alırdım. Collins'in gösterge lambasına maşalı kablolu lamba bağladım. Masaüstünde, içerinin ışığını yakmazdım. Oradan şey tutardım, blok tutardım ve üç buçukta yedide çalışırdım. Türkiye'de o güne kadar 3 buçukta, 7'de kimse çalışmamış. Dakikada üç dört QSO... QSL menajerim de rahmetli Tuncer'di. TA1F, eski TA1NAG. QSL'lerimin hepsi ona gelirdi. Ben notlarımı gönderirdim, o cevaplardı falan öyle çalışırdık. Yani MİT benim çalıştığımı biliyordur. 25-30 kişisin zaten.
Ben: Peki hapis cezası alanlar nasıl almışlar?
BE: O, 70'li yıllardaki bir sıkıntı oldu. Çok detaylı bilmiyorum. Birinin evini başka bir sebeple basıyorlar. Büyük bir ihtimal yetmiş üç ya da yetmiş yedi. Yani o ikisinden birinde onun evini basıyorlar. Başka bir iş için. Oradan telsizler çıktığı an diyorlar ki bunda başka bir şey var. O da diyor ki bu şey değil ki... biz radyo amatörüyüz bizim derneğimiz var. Derneğiniz nerede? İstanbul'da. Şubelerimiz var. Nerede? Şurada, şurada... Bütün şubeler, İstanbul merkez basılıyor. Gerçi tabi istasyonları olanlar basılıyor. Çetin Bey bir tane telgraf bulmuş o zamanla ilgili. Denizli'den genel merkeze çekmişler. Taradı da bana gönderdi. “Hapisteyiz bizi kurtarın, yardım edin. Stop“... O şekilde başlamış bir olaydı o. Türkiye'de bir 4-5 yıl amatörlüğü biraz daha geriletti. 12 Eylül'de QSL kartlarımız falan kontrol edilirdi bende sıkıyönetim kontrol damgası basılmış QSL kartları var.
RESTORATION of a HEATHKIT HW 2036 VHF TRANSCEIVER / Part 3
Üç bölümlük bu yazının girişini buradan ve verici plaketi üzerindeki çalışmalarımı içeren ikinci bölümünü de buradan okuyabilirsiniz.
Verici kısmıyla ilgili sorunları hallettikten sonra artık cihazın üst tarafında bulunan alıcı kısmıyla ilgilenebilirdim. Belirtmiş olduğum gibi, cihaz epeyce sağırdı. Bir kıyaslamayla anlatmak gerekirse, elimdeki aynı dönemden kalma KDK VHF telsizde -121 dBm'lik işaret zar zor da olsa hoparlörden duyulabiliyor fakat bu cihazda -105 dBm'den zayıf işaretler gürültüye karışıp gidiyordu. Bu nedenle alıcı kısmındaki bobinlerle (L201'den L210'a) oynayarak durumu düzeltmeye çalıştım ve tabii ki "kestirmeden gittiğim" için hüsrana uğradım. Ne yapacağımı enine boyuna düşünmeden önce durumu daha da kötü yaptım :) fakat sonradan aklım başıma geldi. Uslu uslu kılavuzdaki adımları izleyince işler yoluna girdi.
![]() |
Devrelerin üstten görünüşü: Sol altta VCO ayrı bir kutu içinde, sağ altta BCD anahtarlar. Sol üstteki plaket alıcı, sağ üstteki ise sentezör. |
Solda sentezör, sağda alıcı plaketi ve parça yerleşimi. |
El kitabında verildiği şekliyle RF prob |
![]() |
Benim yaptığım haliyle RF prob :) |
Kırılan nüvenin bulunduğu L209 bobini. Nüve parçalarını çıkarmak da ayrı bir dert! |
Sağda 15 yıl önce İzmir Çankaya'dan, Onur 4 iş hanından almış olduğum bobinler. Neye niyet neye kısmet. Son gidişimde hemen hemen bütün dükkanların kapanmak üzere olduğunu görüp çok üzüldüm. |
Tek kullanımlık alüminyum fırın tepsisi şekillendirilmeyi bekliyor |
Geçici "kasa" yerine vidalanmış |
Üst tarafta plaketin yerleşim planının 1:1 ölçekteki kopyasından yararlanarak bobinlerin üzerine gelecek şekilde açılmış delikler |
Geçici "kasa" yerindeyken farklı frekanslarda FM susturma testi |
![]() |
Bütün Tantal kondansatörler yenilendikten sonra (sarı ve şişman olanlar) |
RESTORATION of a HEATHKIT HW 2036 VHF TRANSCEIVER / Part 2
Heathkit HW-2036'nın alt tarafı, verici plaketi üzerinde çalışırken |
Bir önceki yazımda HW-2036'nın özelliklerine genel olarak değinmiştim. Dolayısıyla doğrudan doğruya bitpazarından aldığım cihazdan söz edeceğim. Telsizi eve getirdikten sonra önce Internet'te ilgili bilgi-belgeleri topladım. Çok şükür ki HW-2036 ile ilgili ayrıntılı bilgiye erişmek son derece kolaydı. Heathkit'in özenle hazırlamış olduğu montaj ve ayar kılavuzu, devre şeması, tamir bültenlerinin yanı sıra daha önce bu cihaz üzerinde çalışmış amatörlerin web sayfaları veya videoları mevcuttu. Bunları topladım, kendimce önemli bulduğum bilgileri bir kenara not aldım.
Ardından, uygun bir zamanda cihazı inceledim. Önce darbe izi, paslanma gibi başka sorunların habercisi olabilecek işaretleri aradım. Daha sonra kasanın alt bölümünü açarak devre kartına ve elemanlarına baktım. Aynı şeyi üst tarafta da yapmak istedimse de, arka taraftaki vidalardan birinin boşta dönmesi nedeniyle yapamadım. Daha sonra gerilim verdim ve cihazın çalışmasına baktım. İlk saptamalarım şunlar oldu:
![]() |
Cihazı alt tarafındaki devre kartı. Sorunlu vida/distans ikilisi sağ üstteki. |
Elektrolitik kondansatörler değişip temizlik yapıldıktan sonra |
Tuş takımı: Alt iki sıra sürekli kısa devre. Açılıp tamir edilmek/temizlenmek vb. şansı da yok. |
Mikrofunun içindeki kayar anahtara lehimli siyah kablo artık 12V taşıyor, bu kablonun diğer ucu fotoğrafın sol üst köşesindeki mavi kabloya lehimli |
Tümleşik devrenin bacaklarına dikkat, az da olsa oksitlenme var |
RESTORATION of a HEATHKIT HW 2036 VHF TRANSCEIVER / Part 1
![]() |
Bitpazarında bulduğum HW-2036 A |
Montreal'deki aktif derneklerden biri olan WIARC, her yıl sonbaharda genelde 15-20 kişinin tezgah açtığı minik bir bitpazarı düzenliyor. Önceki yıl epeyce geç kalmış ve neredeyse kapanış saatinde içeri girmiştim. Bu cihazı da orada bir tezgahta gördüm (hatta üst üste iki tane duruyordu). Satıcının bir an önce kutularını toplayıp gitmek derdinde olmasının da etkisiyle bir paket sakız parası diyebileceğim bir paraya aldım ve çantama attım. Açıkça söyleyeyim, yalnızca yapısını merak ettiğim için almıştım ve satan amatör o kadar düşük bir fiyat vermiş olmasa almayabilirdim. İyi ki de almışım! Okuyacağınız gibi, 4 ay süren hem çok zevkli hem de çok öğretici bir proje oldu.
Şimdi biraz cihazı tanıyalım (Heathkit firmasından tekrar bahsetmeye gerek duymuyorum, daha önce epeyce anlatmıştım, o yazıda okuyabilirsiniz). HW 2036, Heathkit'in 1970'lerin sonunda piyasaya sürdürdüğü mobil VHF cihazlardan biri. Heath, 70'li yılların başından itibaren 2 Metre bandı için bir dizi telsiz çıkarmış. Bunların ilki kristal kontrollü, 6 kanallı HW-202 (1973). Arkasından sentezörlü HW-2026 gelmiş (1975) ancak o kadar sorunlu bir tasarım olmuş ki -özellikle istenmeyen emisyonlar bakımından- firmanın tarihinde ilk defa ürün piyasadan geri toplanmış. Ondan sonra gelen HW-2036, bir bakıma 2026'dan alınan derslerin sonucu (1976). Son olarak da VF-7401 çıkmış (1980). 7401, LED gösterge ve tarama özelliği de içeren daha gelişmiş bir cihaz. Bunların hepsinin kit olarak satılmış olduğunu da belirteyim. Kullanılan kasanın aynı olması dışında, devre yapılarında da ortak noktalar var, plaketlere bakınca görebiliyorsunuz.
Kit olduklarına bakarak ucuz olduklarını da sanmayın. 1978'de bir HW-2036A, 269 Amerikan Doları imiş; bu paranın bugünkü değeri 1.911 Dolar!
HW-2036 bu kit cihazların içinde en yaygın olanı. Bir de HW-2036A versiyonu var. Aradaki fark 2 Metre bandında birincinin 2 MHz, ikincinin de 4 MHz bant genişliğinde çalışması. Ancak erken davranıp HW-2039 alanlar üzülmesin diye Heathkit bir de modifikasyon kiti çıkarmış, bazı parçaları değiştirip cihazınızı A versiyonuna dönüştürebiliyormuşsunuz. Benim elimdeki de bu modifikasyonun uygulanmış olduğu cihazlardan. Altındaki etikete göre cihaz 17 Nisan 1977 günü tamamlanmış. Bu etiketler kitlerin parçası olarak geliyor ve "tamamladığım bu cihazın FCC standartlarına uygun olduğunu beyan ederim" ibaresini taşıyor. Yapımı bitiren amatör, etiketi imzaladıktan sonra kasanın altına yapıştırıyormuş. Dolayısıyla her cihazın kendine ait bir seri numarası var.
HW-202 : Heathkit 1978 kataloğundan |
![]() |
HW-2036 (1975) |
HW-2036 : Heathkit 1978 kataloğundan |
![]() |
VF-7401 (1980) Şimdi HW-2036A'nın teknik özelliklerine bir bakalım: Çalışma aralığı 144 - 148 MHz Hassasiyet: -113 dBm (0.5 uV) işaretle 15 dB susturma AF çıkış gücü: 1.5 Watt RF çıkış gücü: 10 Watt Modülasyon: FM, 0 - 7,5 kHz ayarlanabilir Duty Cycle: % 100 (sonsuz VSWR 'de) Tonlar 70 - 200 kHz arası ayarlanabilir 3 ton Verici ofset Kristal kontrollü, 3 seçenek + 600 kHz, -600 kHz, ekstra (sonradan istenilen frekans farkı için uygun kristal eklenmek üzere boş) Bu alıcı-vericinin kalbi bir gerilim kontrollü osilatör (VCO). VCO, cihazın çalışacağı frekansı belirleyen ve o frekansta kalmasını sağlayan faz kilitli döngünün (PLL) de bir parçası aynı zamanda. Ön paneldeki üç mekanik BCD (binary to decimal - ikilik sistemden onluk sisteme çevirici) anahtarla çalışmak istediğiniz frekansı belirliyorsunuz. Bir de son haneyi 0 ya da 5 (Hz) olarak belirleyen anahtar var. Bir faz karşılaştırıcı VCO'dan gelen işareti bu rakama bölüp sonucu bir referans osilatöründen gelen işaretle karşılaştırıyor, arada faz farkı varsa VCO'daki varikap diyotun gerilimini değiştirerek düzeltme yapıyor. VCO'dan gelen işaret, istenilen asıl çalışma frekansının 6'da biri, hem alıcı hem de vericide işaret 6'ya katlanıyor. Vericide son çıkış katında güç 10 W'a yükseltiliyor. Alıcı, antene gelen işareti VCO'dan gelenin altıncı harmoniği ile karıştırıyor, elde edilen 10,7 megahertz ara frekans sinyali sekiz kutuplu bir kristal filtreden geçiriyor, güçlendirip bu defa da 455 kHz ara frekansa çeviriyor. Bu işaret detektörce ayrılıp güçlendirilmek üzere alçak frekans kuvvetlendiricisine gönderiliyor. Gördüğümüz gibi bugünkü mikroişlemci kontrollü telsizlere göre çok sade kalıyor olabilir ama, hiç de "basit" bir cihaz değil (yazılım tabanlı radyo teknolojisini hariç tutarak söylüyorum). Tasarımından 40 yıl sonra hala iş görebilen PLL kontrollü bir telsiz bu karşımızdaki... Bir sonraki bölümde, benim elime geçen HW-2036'nın sorunlarına ve bunları nasıl giderdiğime bakacağız. |